11 Haziran 2012 Pazartesi
TABUTA SIĞMAYAN AŞK! - Öykü/ Sebahat Mayda Yavuz
Aşk; aranıp-bulunmaz. Tesadüfler karşılaştırır aşkla veya bir ömür karşılaşmayı beklemekle geçer.
Guguk kuşu, yılda bir defa ''Dengi dengine! Dengi dengine!'' diye ötermiş... Yılda bir çift ruh ikizini bulur, evlenirmiş de onun için denir.
Bizimki de Guguk kuşunun, yılda bir kez söylediği ''Dengi dengine! Dengi dengine!'' şarkısına denk geldi galiba!
İstanbul'dan Kırklareli'ne bazı resmî işlerini yaptırmak için gelen Hasan, bir çarşamba günü, Kırklareli'nin pazarı olduğu o kalabalık günde, iki okul arasında bulunan merdivenlere sıralanan delikanlıların neden toplandığını biraz da tahmin ederek, onların yanına gelmişti. Okullardan biri Meslek Lisesi, diğeri Liseydi.
Meslek Lisesi öğrencileri teneffüs nedeniyle okul bahçesinde bir aşağı bir yukarı arkadaşlarıyla geziyor, sohbet edip, şakalaşıyorlardı.
Sema'nın o gün hiç keyfi yoktu. Teneffüste sınıftan dışarı çıkmamış, dördüncü kattaki sınıfının penceresini açmış, dalgın gözerle dışarıya bakıyordu. Yanında birkaç arkadaşı vardı ama onlarla bile konuşmak istemiyordu canı bugün...
''Ne yakışıklı çocuk!'' diyen arkadaşı Beyhan'ın sesiyle, dışarıya biraz daha dikkatli baktı.
Bir delikanlı ta dördüncü kattaki sınıflarının penceresine gözlerini dikmiş, onlara bakıyordu. Beyhan ''Ay! Çok yakışıklı, ben bahçeye inip, yakından göreceğim'' diye, yıldırım aşkına tutulmuş gibi, sevinç-mutluluk çığlığına benzer bir sesle haykırdı.
''Geliyor musun Sema?'' dedi. Merdivenleri inip-çıkmak bile gözümde büyüyordu bugün... ''Gelmeyeceğim Beyhan!'' deyince, yanımızdaki diğer arkadaşa ''Hadi, bahçeye inelim.'' dedi.
''Ben de kantine inecektim zaten çok acıktım. Bir simit alayım.''diyen arkadaşı ile birlikte sınıftan çıktılar. Sınıfın penceresinde tek başıma kalmıştım. Beyhan'ın yıldırım aşkı, hâlâ dördüncü kattaki sınıfımızın penceresinden gözlerini ayırmıyordu.
Beyhan'ın, bahçeye ne niyetle indiğini bildiğim için, garip bir suçluluk duygusuyla, sınıfın penceresinden geriye çekildim. Sanki, arkadaşım Beyhan'ın beğendiği bu delikanlıyı, onun elinden alan kötü bir genç kız gibi hissettim kendimi...
Ders zili çalıncaya kadar, sınıftaki sırada oturdum. Ders zili çaldığında Beyhan'la diğer arkadaşımız da sınıfa geldiler. Beyhan mutluluktan uçuyordu sanki... Hayallerindeki erkeği bulmuş biri havasındaydı...
Son ders zili çalar-çalmaz; kitaplarımı, defterlerimi toplayarak, çantama koyup, sınıftan tek başıma çıktım.
Okulun çıkış kapısında; gözlerim, üzerime dikilmiş bir çift gözün; gizemli çekimiyle karşıya mıhlandı.
Sınıfın penceresine bakan o delikanlı, diğer delikanlıların gitmiş olmasına rağmen, okulun çıkış kapısı tarafına geçmiş, tek başına tam karşıda duruyordu.
''Beyhan!'' diye geçirdim içimden... Adeta Beyhan'ın, bu delikanlının bana bakışını görmesinden korktum. Beyhan'ın bir an da yıldırım aşkına tutulduğu delikanlı, dikmiş gözlerini bana bakıyordu. Bakışlarımı yere indirip, eve doğru yürümeye başladım.
Aynı evde birlikte kaldığımız ev arkadaşım benden önce eve gelmişti bile...
''Çok acıktım. Koştura koştura geldim.'' dedi.
''Paramda bitmek üzere, inşallah annemler para gönderirler yarın'' diye ekledi.
Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda küçük ilçelerde Meslek Liseleri bile yoktu. O nedenle, il merkezi olan Kırklareli'ndeki okula kayıt olmuştuk. İkimizde aynı ilçeden, hem mahalle arkadaşı, hem akrabaydık ev arkadaşımla...
Bugün, dilimi yutmuştum sanki... Arkadaşıma yanıt bile vermeyerek, sadece gülümsedim. Ben, mutfak tezgâhındaki bulaşıkları yıkamaya, arkadaşım da yemek hazırlamaya başladı.
''Keyfin yok bugün galiba?''dedi, yüzüme, uzun uzun bakarak. Buruk bir gülümsemeyle ''Nedensiz bir keyifsizlik var bugün üzerimde'' dedim.
''Dün öyleydim ben de... Bazen oluyor insan...'' deyince, arkadaşımın bana fazla soru sormadan, bu işi atlatacağımı anladım ve rahatladım. Nedeni de yoktu zaten! Anlatacağın bir şey olmadan ''Neden?'' soruları, soruların en can sıkıcısıydı üstelik...
Arkadaşımın bu sözleri bile biraz rahatlamama yetmişti. ''Ne anlayışlı bir arkadaşım var, bu açıdan şanslıyım...'' diye geçirdim içimden! Konuşmak istemediğimi anlamıştı belki de...
O gece, erkenden yattım. Ertesi gün; sabah ezanının sesiyle uyandım ve okula gidiş saati gelene kadar, gece erken yattığım için yapmadığım ödevlerimi yaptım. Arkadaşıma sürpriz bir kahvaltı hazırlamaya bile vaktim kalmıştı.
Her sabah, kahvaltı hazırlamaya vaktimiz kalmadığı için aç gittiğimiz okula, bugün kahvaltı yapmış olarak gittik!
Bizim gibi milyonlarca lise ve üniversite öğrencisi vardı. Aç aç, okula giden. Açlığın başarısıydı; ülkemizin hali de... ''Ne verdiniz ki ne bekliyorsunuz?'' daha on dört, on beş yaşında çocuklar; ailelerinden kilometrelerce uzakta; ucuz diye, samanlıktan, ahırdan bozma evlerde, farelerle birlikte; yarı aç, yarı tok okumaya çalışıyordu. Ailelerimizin dişinden tırnağından arttırarak bizlere gönderdiği paraların, manevî baskısı da başarısız öğrencilerden bazılarının evlerini terk etmelerine, az da olsa bazılarının intihar etmelerine bile neden oluyordu. Her ülkede bu böyle miydi? Ülkelerin başarıları da okullara, öğretmen ve öğrencilerin eğitim öğretim koşullarına mı bağlıydı? Aç öğrencilerin, eğitimden alacağı ne ise vereceği de oydu! Arada bir de olsa, kahvaltı etme lüksümüz oluyordu. Zor değildi ama Kırklarel'nin o dondurucu soğuğunda; sabah sabah soba yakamadığımız için, dişlerimiz birbirine çarparak kahvaltı etmektense, okulda bir çay, bir simit ve sıcacık bir yeri tercih ediyorduk.
Kahvaltı lüksümüzden sonra, çantamızı hazırlayıp, okulun yolunu tutmuştuk. Bugün kendimi iyi hissediyordum. Erken yatıp, derin bir uyku uyumam ve kahvaltı etmem de bu iyiliğime katkıda bulunmuştu.
İlk dersin teneffüs zili çaldı. Bahçeye Beyhan'la birlikte çıktık. ''O da ne?'' Beyhan'ın yıldırım aşkı tam karşıda duruyordu. Bahçede bir aşağı bir yukarı tur atarken; Beyhan'ın yıldırım aşkı gözlerini dikmiş bize bakıyordu. Ona doğru, yukarı turlarımızdan birini daha atarken; okul duvarının demir parmaklıklarına tutunmuş, parmaklıklara yakın bir öğrenci ile konuştuğunu gördük. Ona bir şeyler söylüyor, parmağıyla birini gösteriyordu. Beyhan'la, ikimiz birden ''Parmağın işaret ettiği kim?'' diye görmek istercesine arkamıza, sağımıza-solumuza baktık.
Arkamızı dönüp; aşağıya doğru son turumuzu atacaktık ki omzuma bir el yapıştı. Elinde bir zarf; ''Karşıdaki abi, bunu size vermemi rica etti'' dedi, Beyhan'ın yıldırım aşkını göstererek...
Dün, okul çıkışında zaten anlamıştım ama Beyhan'ın onu görebilmek için dün nasıl heyecanla bahçeye indiğini ve bugün bahçe turlarımızın asıl nedeninin onu görmek olduğunu bildiğim için; Beyhan'dan çok utandım. Yer yarılsa içine girsem...
Zarfı almak ile almamak arasında kararsız, onun durduğu yere baktığım da, onun uzaklaştığını gördüm. Zarfı almaktan başka çarem kalmamıştı.
Ders zili çaldı. Birinci katın merdivenlerini henüz çıkmıştık ki, alt sınıflardan bir nöbetçi öğrenci ''Müdür Beyin odasına, gelmenizi istiyor Müdür Yardımcısı!'' dedi, arkamdan koluma dokunarak...
Bugün, koluma dokunup, bir şeyler söyleyen; başıma dert açıyordu.
Durup dururken Müdür Beyin odasına çağrılmazdık. ''Eyvah! Zarfı aldığımı idareciler gördü!'' diye geçirdim içimden... Beyhan'a karşı, zaten bir suçluluk duygusu ve utanç içindeydim. Zarfı, Beyhan’a da veremiyordum.
Nöbetçi öğrenci önde, ben arkada Müdür Beyin odasının yolunu tuttuk. Müdür Beyin odasında; okulun en sert mizaçlı, en çok korktuğumuz öğretmeni ve aynı zamanda idareci olan Beden Eğitimi öğretmenimiz Mustafa Beyi göreceğim hiç aklıma gelmemişti.
Müdür Beye bile hesap vermeye, razıydım. Çünkü, Müdür Yardımcısı Mustafa Bey'e bugün hesap vermekle kalmayacaktı bu iş... Okulun Koşu Takımı'ndaydım ve bizi çalıştıran, doğal olarak Beden Eğitimi öğretmenimizdi. O da, Mustafa öğretmendi!
Benizim; kül rengi olmuş! Zaten hep çatık olan kaşlarını, biraz daha çatarak ''Okul dışındakilerden bir şey alma!'' dedi ve Müdür Bey'in odasından çıkıp gitti. Gördüğünü anlamıştım. Bu kadar yumuşak dille söyleyeceğini, aklıma bile getirmemiştim.
Korkum; Beyhan yetmiyormuş gibi, bir de idarecimiz ve öğretmenimiz olan Mustafa öğretmenden, utanca dönüşmüştü.
O gün, son ders zili çalıp, eve gidene kadar zarfı açamamıştım. Eve koşar adımlarla gittim ve gider gitmez ilk işim zarfı açmak oldu. Mektubunda, kendini tanıtmış ve adres yazmıştı. Tabii, nasıl etkilendiğini de...
Bir aya yakın hiç cevap yazmadım. Bir ay sonra ''Zaten başka bir şehirdeymiş, sadece mektup arkadaşı oluruz'' diye bir cevap yazdım.
İki ay sonra ilk görüşme...
Tam yedi yıl; git-gel ve mektuplaşma... Yedi yılda belki yetmiş defa küsüp, ayrılıp-barıştık. Son ayrılık, artık ''Bitti!'' derecesindeydi...
O başka biriyle tanıştırılmış, ben başka birini tanışmıştım ama ''olmuyordu!'' Birlikte büyümüş, çocukluk arkadaşı gibiydik. Artık, konuşmamıza bile gerek kalmadan; birbirimizin bakışlarından, yüz ifadelerinden bile, ne demek istediğimizi anlayabiliyorduk.
Yaşlarımızda, artık evlilik çağına gelmişti. Onun ailesi, evlenmesi için ısrar ediyormuş! Son kez görüşme isteğini ilettiğin de ''Bitti!'' cevabımı tekrarlayınca, tanıştırıldığı genç kıza, ailesinin görücü gitme ısrarına ''Tamam'' demiş... Yüreğimde o, ona inat ben de, ondan sonra tanıştığımla söz kesme aşamasına kadar götürdüm işi... Tam kararımı vereceğim hafta, onun arkadaşı ile görüştük. Onu sormak ile sormamak arasında bir an tereddüt ettim. Anlamışçasına, arkadaşı Yusuf ''Bu hafta sözleniyor!'' dedi. ''Sana selâmı var. Hem kendini yakıyor hem beni'' diyor, dedi.
Cevap bile veremedim. Yedi yıldır sevdiğim, âşık olduğum kişi, başka biriyle evleniyordu. Ben, inat uğruna yaptığımı bildiğim için, sanki her an vazgeçebilirim güvencesindeydim.
Ayrılmıştık! Artık, onu hiç göremeyecek, bir ömür; sevdiğim insan başkasıyla, ben sevmediğim bir insanla birlikte yaşayacaktım.
Uykudan, kâbus görerek uyanmış bir ruh hâli içinde ''Yusuf! Söyle ona gelsin!'' dedim.
Yusuf, aklımdan geçeni anlamış gibi, mutlu bir şekilde gülümsedi. Bastığım yeri bilmiyordum sanki...
''Ne yapmıştım ben!''
Ertesi gün; işyerinden öğle tatili için çıktığım da; Hasan'ı, işyeri binamızın çıkış kapısında beklerken gördüm.
''Seni hep çıkış kapılarında görmek, benim kaderim mi?''dedim içimden... İlk karşılaşan bakışlarımızda, okulun çıkış kapısındaydı.
Beni görünce çıkış kapısının olduğu koridorda, bana doğru yürümeye başladı.
''Hoş geldin. Şuradaki pastaneye gidip oturalım biraz'' dedim. Karabulut gibiydi. Bana olan kızgınlığını, gözlerinden okumak mümkündü!
Pastaneye gittik. İlk sözüm ''Evleniyor muşsun?''oldu.
''Sen de!''dedi.
''Hasan! Birlikte gidelim mi?'' dedim birden. Yüzü sapsarı oldu ama birden bakışları değişti.
''Kalk!''dedi. Hiç konuşmadan otogara kadar gittik. Pastaneden çıkarken tuttuğu elimi, onların evine gidinceye kadar bırakmadı. Hiç konuşmuyorduk. Sanki korkunç bir kaza geçirmiş şoka girmiş gibi, sadece birbirimize bakıyorduk.
Sonunda ''İnanamıyorum!''dedi ve kahkahayla gülmeye başladı.
Kaçarak, sonunda evlenmiştik.
Tam yirmi iki yıl... İki evlâdımız olmuştu.
Hani, Guguk Kuşu, senede bir kez ''Dengi dengine! Dengi dengine!'' diye ötermiş ya o bize rast gelmişti herhalde!
Tanrı'da, sevenleri; kendisinden çok, birbirini sevenleri kıskanır mıydı acaba?
Yirmi iki yıl; yirmi iki gün gibi, birbirimizin; pastaneden çıkarken tuttuğumuz elimizi, hep sevgiyle tutarak geçmişti.
Hasan yorgundu! Hissettirmemeye çalışıyor ama yüzünün ve parmaklarının şişmesinden, kilosunun aynı olmasına rağmen, daha kiloluymuş gibi görünmesinden; ciddiye alınması gereken bir hastalık olacağından şüphelenmiş ve o gece;
''Hasan! Senin el parmakların şiş! Doktora git! Kalp rahatsızlığı olabilir''dedim.
''İzine çıkınca gideceğim. Ben de kendimi pek iyi hissetmiyorum''diye ilk defa söylemişti. Neredeyse dört, beş aydır bu şişkinliğin farkındaydım...
Yıllık izine çıktı. İzninin ikinci günü, ''Oğlumla, babamı da alıp, şöyle erkek erkeğe Kilyos'a denize gidelim''dedi.
''Olur, ama pek iyi değilsin. Sen bugün bir doktora gitsen, yarın gidersiniz!''dedim.
''İyiyim, merak etme!''dedi ve birkaç saat sonra oğlumla otomobile binip, yola çıktılar.
''Babasını alacak ve erkek erkeğe denize gidip, yüzeceklerdi!'' Onları geçirdim ve ev işlerini yapmaya koyuldum.
Aradan yarım saat geçmemişti ki evin telefonu çaldı. ''Aşkım hanım, sakın telâşlanmayın. Önemli bir şey yok! Eşiniz küçük bir trafik kazası geçirdi Karayolları Trafik Hastanesine gelebilir misiniz?''
Eşim yıllardır otomobil kullanırdı ama küçük bir kaza bile yapmamıştı. Kurallara uyan, çok dikkatli bir sürücüydü. Hele hele oğlu otomobilde iken, her zaman olan o dikkati, çok daha fazla olurdu.
''Yanlışlık olmalı!''dedim. ''Benim adım Aşkım değil, Sema''
''Hanımefendi, telefon numaranızı oğlunuz söyledi, bu numarada isim olarak Aşkım yazıyordu''diye cevapladı. Arayan trafik polisiydi...
Adımı bile telefonuna ''Aşkım''olarak yazmış olan, yirmi iki yıllık eşimi, hastanede sedye üzerinde; kalp masajı yapılırken buldum.
Oğlum, ayrı bir odada yüzü kan içindeydi. Beni görünce;
''Anne! Babam iyi, hiç kan yok yüzünde!''dedi.
Yola çıktıktan on beş dakika sonra trafikte seyir halindeki otomobilin direksiyonu başında, kalp krizi geçirmiş eşim... Sürücüsüz kalan otomobil, yokuş aşağı bir yerde, yolcu indirmek için duran minibüse arkadan çarparak durabilmiş.
Otomobilin tuzla-buz olan ön camının kırıkları, oğlumun kaşına, alnına, burnuna, yanaklarına, çenesine, el bileklerine, bacaklarına saplanmıştı. Kesiklerden sızan kandan; oğlumun ne yüzü ne gözleri görünüyordu.
''Olan bana oldu! Babamın yüzünde hiç kan bile yok!''diyen oğlum, diğer odada babasının ecelle pençeleştiğinden habersizdi.
''Doktorlar müdahale ediyorlar''diyen hemşirenin, kapıyı araladığın da gördüğüm eşimin, tüm bedeni cihazların ölçüm aletleriyle kaplıydı. En az dört doktor başındaydı.
Bana, hastaneye girer girmez; sakinleştirici bir iğne vurmuşlardı.
Oğlumun ''Babam iyi''sözünden, ben de eşimin iyi olduğunu sanıyordum, aralanan kapıdan onu görünceye kadar...
Bir muayene odasında eşim, karşısındaki odada oğluma tıbbî müdahale yapılıyordu ve arada yalnız başına ben...
Evimize yakın olduğu için, hastaneye ilk ulaşan ben olmuştum. Taksi ile hastaneye gelirken, caddede olan otomobilimizin halini görmüştüm.
Oğlum sağdı ve ''Babam iyi!'' diyordu, ''Olan bana oldu!''
Oysa babası öleli bir saat olmuştu. Direksiyonun başında, yanında ölen babasının ölümünden habersiz olan, dokuz yaşındaki oğluma, bana rahatlıkla söyledikleri;
''Kaybettik! Başınız sağ olsun.'' sözlerini, hiçbir doktor söyleyemiyordu.
Eşimi, bu hastanede morg olmadığı için, başka bir hastanenin morguna götürmek üzere, sedyeyle odadan çıkardıklarında ''Götürmeyin!'' diyen ve eşimin sesine benzeyen bir sesin çığlığını duydum. Yüreğim mi haykırıyordu, eşimin ruhu mu ayrılmak istemiyordu bizden?
Eşimin cansız bedeni uzaklaştıkça ses de uzaklaşıyordu ''Götürmeyiiiiiiiiiinnnnn!''
Tüm aile efradı ve kızım ''soran gözlerle'' teker teker hastaneden içeri giriyordu. Yüzümü gören; anlıyordu. Kimse acısını haykıramıyor, oğlum anlayacak diye ağlayamıyordu bile...
Herkes, ondan uzakta bir köşede gözyaşlarını akıtıyor ve geliyordu.
Kızım, şok geçiriyordu. Sabah ''Hadi kalk kızım, işe geç kalacaksın'''diye, onu uyandıran babası, şimdi bu dünyada yoktu! Beş saatte; bir insanın yaşamı bu kadar mı değişirdi?
Akşam, saat 18.00'de, oğlumun yüzünden, bileklerinden, bacaklarından temizlenen cam kırıklarının yerlerine pansuman yapıldı ve gerekli gözetimi yapmamız, uyutmamamız, sürekli konuşturmamız söylenerek, bizi eve gönderdiler.
Ev, dolup taşıyordu.
''Geçmiş olsun!'' diyen herkese, oğlum ''Babama bir şey olmadı. Olan bana oldu!''diyordu hâlâ...
İki- üç saat sonra, kimsenin cevap veremediği soru geldi ''Anne! Babam niye gelmedi?'' Gülümsedim ve odadan çıkarak, doğru banyoya kaçtım. Ağlayabileceğim tek sığınaktı! Ben çıktıktan sonra, odaya giren kızıma ''Abla! Babam ne zaman gelecek?''deyince, odada bir feryat koptu.
''Gelmeyecek kardeşiiiiiiiiiiiimmmm! Gelemeyecek! Babamız...........''
Nehrin kıyısındaki parkta, Sema anlatıyor, ben yazıyordum. Yazdığım defterin yapraklarına damlalar düşmeye başladı.
''Bir şey alır mısınız?'' diyen garson, başımı kaldırmış-yukarıya baktığımı görünce; ''Ağlayan Ağaç'' dedi. Donuk gözlerle garsonun yüzüne baktım. Tekrarladı ''Bu ağacın adı Ağlayan Ağaç!''
Guguk Kuşu yılda bir kez onlar için ötmüştü ''Dengi dengine!'' diye, öyle söylüyordu Sema. ''Sema! Galiba ağaç da size ağlıyor'' diye geçirdim içimden...
Sema içimden geçeni duymuş gibi ''Benim aşkım tabuta sığmaz! Benim için hiç ölmedi ki...'' dedi. Eşini kaybedeli yıllar olmuştu oysa… Sema onu anlatırken, hâlâ ona; tutkuyla bakar gibiydi...