OTLU EKMEK - Öykü / Sebahat Mayda Yavuz




İkinci Dünya Savaşının yaşandığı, ülkemizin savaşa girmemesine rağmen, yokluğu iliklerimize kadar hissettiğimiz yıllardı...

''Ya savaşa girmek zorunda kalırsak'' diye, buğdayımızın harmanlardan alındığı,''aileye yetecek kadar'' buğday diye harmanda bırakılanın, o aileye asla yetmediği zorlu yıllar!

Ağabeyim Halim ve yaşları benden küçük olan kardeşlerim; Hasan ve Emine, o yılların acısını unutamayız.
Buğday unundan yapılan ekmeği bile katık ederek yemek zorundaydık, ekmek ile ekmeği katık ediyorduk.
Sabah akşam patates yemekten, patatesten nefret eder olmuştum.

Dört çocuğu doyurabilmek için, babam çiftçiliğin haricinde, geceleri köy merasını beklemek için köy koruculuğu yapıyordu. Yüzünü göremez olmuştuk.
Anam, her gün ''ne pişirsem'' diye dört dönüyordu. Sabah patates közlüyor, öğle patates haşlıyor, akşam patates yemeği yapıyordu. Çünkü evimizin kocaman bahçesinde bol bol patates vardı. Bir patates fidesinin kökünden en az bir kilogram patates çıkarıyorduk. Toprağı kazdıkça patates çıkması çok hoşuma gidiyordu. Toprağın altına saklanmışlar da ben onları buluyormuşum gibi, oyun haline getirmiştim patates çıkarmayı...
Her gün bir kaç kök patatesin kökünden, kilolarca patates çıkarıyordum. ''Keşke ben her gün patates çıkarsam ama anam o patateslerden hiç yemek yapmasa!''

Köydeki kadınlarla birlikte anam da komşu köy Poyralı'nın Bağlarından ot toplamaya giderdi. Köyde koyunları olan kişiler; koyunlarının yünleri kırpıldıktan sonra topladıkları o yünleri, eğirir veya başkasına verip ip haline getirtir sonra da kışlık çorap, kazak örerlerdi. İşte o çorap ve kazakları örebilmek için, o yünleri hep anam eğirir ve ip haline getirirdi. O kişilerde bize buğday, arpa, tereyağ ve süt verirlerdi bazen... Anam ot topladığı gün, o otları yoğurduğu unun içine karıştırır ve otlu ekmek yapardı. Hele eğirdiği yün karşılığı tereyağ da getirmişse birileri, işte o gün soframız Bayram Sofrası gibi olurdu.

Bir de babamın ablası Halime halam, tereyağı alınmamış bir çömlek ayran ve bir kaç kilogram birden beyaz un vermek için evlerine, beni ve ağabeyim Halim'i çağırtırdı. Bazen iki teneke birden buğday verirdi. Eniştem görüp kızmasın diye, tenekeleri bakraç ağacına; tenekelerde su varmış gibi astırır, gizli gizli eve gönderirdi bizi...Getirdiğimiz o buğdayları anam eler, elediklerini tekrar gözden geçirir, iyi buğdayları alır bazen de hiç elemeden Poyralı'da değirmen taşında öğütürdü.

Babamın vakti olmadığı için, anam bayıra çalı çırpı toplamaya gidiyor. Topladığı çalı çırpıyı demet yapıp, iki tarafından iple bağlıyor sonra o iplerin bir tarafını sağ omzuna diğer tarafını sol omzuna geçirip sırtlayarak eve getiriyordu. Anamın, bayırdan getirdiği ince çırpıları, dalları; toprak sobanın ocağına sığacak büyüklükte kesmek ağabeyim Halim'in göreviydi.

Bir gün yine çalı-çırpıların uzun ve birazda kalınca olanlarını kesmeye başlamıştı. Anam, düz olmayan dalları, ağabeyim kolay kesebilsin diye, odun çotuğuna yerleştiriyor ve kesilecek uzunluğa yakın yerinden tutuyordu.
Anamın çığlığına tüm kardeşlerim çotuk başına koştuk. Anam, bir eliyle diğer elini tutuyordu. Çotuk, kana bulanmıştı. Ne olduğunu anlamaya çalışırken, çotukta kalan anamın serçe parmağını gördüm.
Eğri dal dönünce, balta anamın eline gelmiş ve ağabeyimin baltayı çotuğa vurmasıyla, serçe parmağı kopmuştu. Acı içinde kıvranan anam, o acıyı nasıl dindirmişti şimdi anımsamıyorum. Ama o günden sonra anamın bir elinin serçe parmağı hiç olmamıştı.
Keşke, şimdiki imkânlar olsaydı. Kopan koptuğu yerde kalıyordu o yıllarda...

Anacığım, hem odun taşıyor hem getirdiği çalı çırpıları, dalları, artık kendi kesiyordu. Bayıra odun toplamaya gittiğin de yine çeşit çeşit otlar topluyor ve getiriyordu. Topladığı o otları yine ekmek hamurunun içine katıyor ve bize yine otlu ekmek yapıyordu. Bir gün, o otlardan neden yemek yapmadığını sordum. ''Yemek yaparsam yetmez, hiçbiriniz doymazsınız!'' dediğin de, otlu ekmek yapmasının sırrını anlamıştım. Hem yemeğimiz hem ekmeğimiz bir aradaydı.

Altmış beş yıl geçti ama ben hâlâ patatesten nefret ediyor, otlu ekmeği unutamıyorum. Komşumuzun, bağıra bağıra açlıktan ölen oğulları; Mustafa ve Ali'nin boğazlarından geçen son yiyecek, anamın otlu ekmeği... Hem tadını hem acısını nasıl unutayımki..