Gece nasıl da eşit kılıyordu her yeri... Bir tepeden, şehri seyrederken bunu düşündü Yusuf. Tek fark binaların yüksekliğiydi. Çocukluğunda oturduğu gecekondu da, şehrin en lüks oteli de eşitti sanki... Işıklar, yalnızca ışıklar görünüyordu. Tüm kirleri, yoksullukları örtmüştü gece... İlk defa geceyi bu kadar sevdi. Mutlu bir gülümseme kaplamıştı yüzünü... ''Keşke hep gece olsa'' dedi.
Mutsuz olduğunda niye hep buraya geliyordu? Bunu düşündü.
Çocukluğu geçti gözlerinin önünden, okul arkadaşları.. O zamanlar zengin de, fakir de eşitti sanki veya o öyle düşündü. Herkes devlet okullarına giderdi, bu kadar çok kolej yoktu onun çocukluğunda...Zengin ve fakir çocukları, birbirinden ayıran; yalnızca ayakkabı ve paltolarıydı!
Herkes aynı önlük ve üniformayı giydiğinden, onları; yaz ve ilkbahar mevsiminde ayakkabılarının yeniliği veya eskiliği, sonbahar ve kış mevsiminde de bu farka; giyilen paltolar eklenirdi. Tabi bir de zengin çocuklarının küçümseyen bakışları...
Yıllar kolay geçmemişti ama çabuk geçmişti galiba!..Yüreği burkuldu birden.. .Hiç farketmemişti, belki de hiç düşünmemişti geçip giden yılları... Birden telâşa kapıldı. Sanki yaşaması gerekenler varmış da geç kalmış gibi...
''Neden?'' dedi. ''Neden bu kadar geç tanıdım seni? Ne olurdu yirmili yaşlarda çıksaydın karşıma ve ben bunca yılı bu kadar boş ve anlamsız yaşamasaydım!'' Düşündüklerini biri duymuşcasına irkildi. Belki kendine bile itirâf etmekten utanıyor hatta korkuyordu.
Nasıl, ne zaman âşık olmuştu ona? Terkedip gidinceye kadar, kendi bile; onu böylesine sevdiğini, âşık olduğunu farketmemişti. O gidince sanki yeryüzünde kimse kalmamışcasına; her yer, her şey, hele kalbi bomboş kalmıştı.
''Ne kadar kalabalıkmışsın meğer, ne kadar çokmuşsun sen!'' diye mırıldandı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Süzülen gözyaşlarını elinin tersiyle acele acele siliyordu. Sevdiği için utanıyordu. ''Nerdeydin? Nerdeydin?'' diye, geçen onsuz yıllara isyanla, yerden aldığı taşı fırlattı. Başını iki elinin arasına aldı; hıçkararak ağlamaya başladı.
''Ne yapacağım ben? Kendim bile kabullenemezken, sana bunu nasıl söyleyeceğim? Öylesine alışmıştım ki sana, bir gün çekip gideceğin aklıma bile gelmedi! Her gün görüp konuştuğum biriydin benim için! Seni görmediğim, konuşmadığım bir gün yoktu ki; sensizliğin ne olduğunu bileyim! Duygularımı bile farkedemeyecek kadar, sahiplenmişim meğer seni... Hiç gitmeyecekmişsin gibi... Yüreğimde bir ev kurmuşum sana, o evde yaşıyormuşuz beraber. Bunu bile farkdemeyecek kadar aptalmışım!
''Kahretsin!'' dedi. ''Kahretsin!''
Enkaz altında kalmışcasına bir ağırlık vardı kalbinde! Kalbi acıyla doluydu. ''Neydi kalbini bu kadar acıtan?...''
Bir daha onu görememek, konuşamamak...
Üzerine aldığı her görevi; dünyanın en önemli işi oymuşcasına önemseyerek ve bir an önce görevini yerine getirmenin telâşıyla sağa-sola koşuştururken çarpışan omuzlarımız...Kalemi kim kaparsa önce o yazacakmışcasına kalem kapma, not almak için masamdaki boş kâğıtları alırken çarpışan ellerimiz... ''Meğer ne kadar önemliymişsin benim için!''
Gündelik hayatın koşuşturmacasında hiç fark edemediğim, alelâde gelen şeyler bile, yokluğunda ne kadar değer kazandı böyle?
''Neydi bu?''
''Olamaz!'' diyerek, tekrar başını iki yana sallamaya başladı. Ayağa kalktı, tozlanan paltosunu ve pantolonunu eliyle silkelerken; kendi etrafında dönmeye başladı. Sonra durdu ve ayağıyla toprağı eşelercesine bir tekme savurdu.
''Hayret bir şey! Hayret bir şey!'' diye söylenerek yürümeye başladı. Evinin olduğu yolun tam tersi istikâmete yürüyordu.
Kaçmak istiyordu bir şeylerden. Evinden uzaklaştıkça; kendini ona daha yakın hissediyordu.
Adımları daha da hızlandı. ''Kahretsin!'' dedi. ''Olacak iş değil!'' Birden kaşlarını çattı. Kızdığı kendisi miydi? Ellerini paltosunun ceplerine soktu. İçi titriyordu sanki... Adımları daha da hızlandı. Sormayacaklarını bilse, kalbinden kaçarcasına koşacaktı. Koşunca; ondan uzaklaşacağını, onu düşünmeyeceğini ve böylece kalbindeki ağırlıktan ve acıdan kurtulacağını zannediyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Hem ona gitmek hem ondan kaçmak istiyordu.
''Niye?'' diye geçirdi içinden. ''Niye ben?'' Tanrıya isyan ediyordu. Kendine isyan ediyordu ve babasına isyan ediyordu.
Daha ilkokula giderken, babasının işyerinde çalışmaya başlamıştı. Ortaokul, lise öğrencisiyken de okuldan çıkar çıkmaz işyerine gidiyor, babasının yapmasını istediği işleri yapıyordu. Babası en çok da işyeri atölyesindeki makineleri temizletiyordu ona...Makinelerin tozunu alıyor, yağlıyordu. Hiç sevmiyordu bu işi aslında; eli-yüzü simsiyah oluyordu bu işleri yaparken. Makinelerden dışarıya taşan yağlar katılaşıyor, onları temizlemek de çok zor oluyordu. Saatlerce, o zift gibi olmuş yağları ellerinden-tırnaklarından çıkarmaya çalışıyordu. Ne kadar uğraşsa yine de tam temizlenmiyordu ve bu nedenle ellerini nasıl sakladığını düşündü o an... ''Çocukluk işte!'' diye geçirdi içinden. ''Utanılacak ne vardı ki, namusumla ekmek paramı kazanacağım bir iş öğreniyordum'' Çocuksu bir gülümseme kapladı yüzünü...
Adeta o günleri tekrar yaşıyordu. Gerginleşen yüzünde, acı çekiyormuşcasına çizgiler belirginleşti birden... ''Tabi ya!'' dedi. ''Ben, bu yaşıma kadar hiç âşık olmadım ki! Aşkın, nasıl bir duygu olduğunu biliyor muydum ki, ona âşık olduğumun farkına varayım!''
Gençliği; okul ve iş hayatı arasında geçmişti. Ailenin en büyük erkek çocuğu olduğu için; babası, bildiği her şeyi ona öğretmek, dişiyle-tırnağıyla kurduğu, yoktan varettiği bu işyerinin, kendisine bir şey olsa bile yürütülebileceğini görmek istemişti!... Yusuf'un ne çocukluğunu ne gençliğini hiç yaşayamadığının farkında değildi. Yusuf, işi öğrenmişti, ama... ''Aşkı öğrenememişim baba! Aşkı öğrenememişim!'' dedi içinden... ''Aşkı öğrenememişim!''
O an, babasına öyle bir öfke duydu ki... Artık, nereye gittiğini kendi de bilmiyordu. Yürümek mi, geçmişi mi yormuştu bu kadar? Adımları yavaşladı. Bir adım daha atsa belki çarpışacaklardı. O kadar dalgındı ki son anda önünde birinin durduğunu farketti.
Kendisine doğru uzanan bir kol gördü. Bir çocuk, elinde kocaman bir papatya demeti, gülümseyen gözlerle ona uzatıyordu. Diğer elinde de bir selpak paketi vardı. Çocuğun gülümseyen yüzüne, içi gülen gözlerine baktı.
''Kaç lira?'' dedi.
Eliyle, 1 anlamında; tek parmağını gösterdi çocuk. Dikkâtle bakınca; çocuğun felçli olduğunu, ayakta zor durduğunu farketti. Demek ki konuşamıyordu da... Cebindeki tüm parayı çıkarıp, çocuğa verdi ve hızla oradan uzaklaştı.
''Allah'ım, bunu bana niye yapıyorsun?'' diye geçirdi içinden.. Bir dağ gibi, içindeki konuşması kendi içinde yankılanıyordu. Bir an önce tenha bir yere gidip, avazı çıktığınca bağırmak, hıçkırarak ağlamak istiyordu.
Ona gitmek isterken; ondan kaçmak, yeterince zor değilmiş gibi, çocuğun ona uzattığı ve satın aldığı papatyalar yüreğini daha da kanatmıştı.
''Başka çiçek bulamadın mı be çocuk?'' diye geçirdi içinden, ''Neden her şey; üzerime üzerime geliyor bugün?''
Yıldız'ın, masasındaki vazodan hiç eksik olmazdı papatyalar...'' Kendisi mi alıp koyuyordu acaba?'' diye geçirdi içinden.
''Yoksa, yoksa! Ya öyleyse?'' Birden kıskançlık kapladı içini, bu hiç aklına gelmemişti.
''Aman Tanrı'm!'' dedi. ''Ya varsa?...''
Yürüyor fakat nereye gittiğini kendi de bilmiyordu.
Nasıl gelmişti buraya? Ayakları ezberlemişti sanki yolu... Evinin kapısındaydı. Usulca zile dokundu.
Kapıyı açan eşine yabancı gözlerle baktı. Sanki ilk defa görüyordu eşini...
''O gidince; her şey ne kadar da yabancı olmuş, eşim bile.. Sen gitmedin yalnızca, yüreğimdeki her şey gitmiş seninle...'' diye geçirdi içinden!
''Meğer; bir insanı sevmek, kâinatı sevmekmiş. Yalnız aşkı mı bilmiyormuşum, eşimi sevmediğimi bile, bilmiyordum ben... Ne kadar yalnız olduğumu... Aşk; sen ne kalabalıkmışsın!'' diye düşünerek, eşinin yüzüne baktı ve elindeki papatyaları uzatarak, acıyla gülümsedi...
(2011)