Önce ne kadar kızdım, hatta nefret ettim tüm güvercinlerden.
Balkonun, pencerelerin pervazları güvercin pisliğinden geçilmiyordu. Temizliyordum, birkaç gün sonra yine aynı terane...
Barışın simgesiydi beyaz renkli olanın ama bu kadar da nankörlük olmaz. Ben, sizin ölmemeniz için önlem alıyorken; siz her yeri pisliyordunuz.
Artık, güvercin görmek istemiyordum.
Sonunda, apartmanın havalandırma boşluğuna, file tel çekip güvercinlerin girişini önlemeyi düşünebildik. Apartman yöneticileriyle karar alıp, bu pislikten kurtulduk ama güvercinlere olan kızgınlığım bir türlü geçmiyordu. Artık güvercin görünce; kızgınlıkla bakıyor, hatta yiyecek bulmak için çalışmayıp, insanların; onları hazır beslemesini bekleyenlerine öfkeleniyordum.
Evimin, ön balkonuna oturmuş, bir taraftan çekirdek yiyor, bir taraftan; tuzdan yanan dilimi ve dudaklarımı tatlandırmak için; mis gibi, tavşankanı çayımı yudumluyordum.
Balkona, küçük bir sehpa ve karşılıklı oturabilmek için, iki yanına birer tabure koymuştum.
Yeni taşındığım bu şehirde, balkon; en yakın, en tanıdık ve evin en sevdiğim bölümüydü. Geleni geçeni izliyor hatta sık sık geçenleri tanıyordum artık…
Yenilikleri seviyordum. Bir şehirde ömür boyu oturmak, aynı evde bir ömür yaşamak bana göre değildi. Aynı eve ve aynı şehre en fazla on yıl dayanabiliyor, sonra oradan ayrılmak için inanılmaz bir istek duyuyordum.
Yeni yerler, yeni insanlar tanımak, benim için adeta keşif yapmaktı.
Kader mi demek lâzım, bilmiyorum ama sekiz-on yılda bir, bir neden çıkıyor ve ben mutlaka; ya başka bir semte veya başka bir şehre taşınıyordum. İşte yine öyle olmuştu.
Yine başka bir şehirde; balkonumdan başka insanları keşfe koyulmuştum.
Bu bana inanılmaz bir haz veriyordu.
Evinin içinde, çocuğuna hakaretler yağdıran; bağıran çağıran bir komşumun, dışarıda ne kadar sevgi dolu, ne kadar nazik bir şekilde çocuğuna yaklaştığını görünce, gerçeği bilen biri olarak ''Ne kadar da sahtekârsın!'' dercesine bakıyordum ona...
Sokaktaki esnafların da adeta içyüzünü keşfediyordum. Dükkânına alışverişe gittiğin de gördüğün ''Buyur hanımefendi! Buyur yenge!'' diyerek, sizi karşılayan o esnafların; iş olmadığı zaman, müşteri beklerken; kapı önünden geçen hanımların arkalarından, onları tepeden tırnağa nasıl incelediklerini ama bunu kimseye fark ettirmeden yapmaya çalıştıklarını görünce; onlara çok gülüyordum.
Ülkenin, hangi şehrine giderseniz gidin; erkeğin, kadınlara bakışı değişmiyordu demek ki... Burası, en gelişmiş, eğitim düzeyi en yüksek, en medenî şehirlerimizden bir tanesiydi. Ama değişmiyordu işte! Karşıdan gelirken; başını diğer yöne çeviren, başını ve bakışlarını öne eğen erkek esnaflar, hanımlar yanlarından geçtikten sonra, arkalarından; güzellik yarışmalarındaki jüri üyeleriymişcesine, onları inceliyor, eğer iki kişi veya birkaç kişi birlikte iseler; kritik yapıyorlar. Bazen gülüyorlar, bazen alt dudaklarını ısırarak kafalarını sallıyorlardı. Kadın esnaflar da vardı ama hiçbir bayan esnaf; önünden veya yanından geçen erkekleri böyle incelemiyordu!
Onların bu reaksiyonları, benim de gelip geçen hanımları incelememe neden oldu. Anladım ki, hanımlar olarak onları ya hiç umursamayacak veya giydiğimiz giysilerimizi, vücudumuzun kusurlarını örtecek şekilde giyerek, onların o bakışlarına ve kritiklerine mahal vermeyecektik. Bunları gördükçe,'' insanlar, birbirlerinin kafalarının içindeki gerçek düşüncelerini bilseler; ne olurdu?'' diye düşündüm.
Hayat gerçekten çekilmez olurdu herhalde!
En iyisi, biz bu ikiyüzlü oyunu oynamaya devam edelim.
Yaşlılar, hareket kabiliyetleri sınırlandığı için mi, oturduğu yerde boş durmamak için mi çok çekirdek yer acaba? Yaşlandım galiba! Yeni evimin balkonundaki sehpanın üzerinden çekirdek hiç eksik olmuyordu. Tam bir ''yaşlı teyze'' olmuştum...
Bir taraftan çekirdeklerimi çıtlatıp, bir taraftan da; tuzdan yanan dudaklarımı ve dilimi tatlandırmak için çayımı yudumlarken; sehpanın diğer yanında boş duran tabureye bir güvercin kondu. Donup kalmıştım. Elimdeki çekirdeği ağzıma bile götüremiyordum.
İnsanların insanlara güveninin kalmadığı bu çağda; parklarda, meydanlardaki banklarda, birbirlerinin yanına oturmadığı bir çağda; bir güvercin, küçük sehpamın karşısındaki tabureye gelip, konmuştu. Nefes bile almadan ona bakıyordum.
Böyle bir çağda; bir kuşun, bir insana güvenip, ondan zarar gelmeyeceğine inanıp, tam karşısındaki tabureye konması içime garip bir hoşluk vermişti. Ki; hayvanlar içgüdüleriyle hareket ederdi.
''Bir kuş, bir insana güvendi'' diye düşünürken; balkonun demirine; taburedeki güvercinden daha iri bir güvercin daha konunca; taburedekinin yavru olduğunu anladım. Güvercin tabureden uçup; onun yanına, balkon demirine kondu. Büyük güvercin onun yanına, yan yan giderek yaklaştı. Ona bir şeyler söylüyordu adeta... Ama yavru güvercinin onu dinlediği, nasihatlerine kulak asacağı yok gibiydi. Sanırım, anne güvercindi!
Anne güvercin, uçarak karşı binanın çatısının kenarına kondu. Yavru güvercin tekrar balkona indi ve hafif kanat çırparak, karşımdaki tabureye tekrar kondu.
Evimin tüm pencere pervazlarını, arka balkonumu kirlettikleri için kızdığım, adeta nefret etmeye başladığım güvercinleri bana tekrar sevdirmek için gelmiş bir elçi gibiydi, yavru güvercin...
Başardı da... Onun bir insana güven duyarak, korkmayıp, onun yanına konması, hatta bir dost gibi karşı tabureye konup, birlikte yemek yemeye çalışması; pencerelerimi, arka balkonumu kirleten tüm güvercinleri bana affettirdi...
Çekirdek için geldiğini düşündüğüm ''Seni çıkarcı'' dediğim bu yavru güvercin, daha sonraki günler, her gün balkon demirine gelmeye başladı.
Balkonun içine biraz çekirdek ve yem serpiyordum, o da yiyor daha sonra tekrar balkon demirine çıkıp, bir süre orada duruyor ve uçup gidiyordu.
'' Anlaşıldı'' dedim. ''Sen yem için geliyorsun, bana güvendiğinden, beni sevdiğinden değil!'' Bir kırgınlık oluşmuştu içimde, nedense?
''Onun da çıkarcı insanlardan farkı yokmuş!'' diye, ona darılarak, çekirdek ve yem vermemeye başladım, ama o yine de gelmeye devam etti.
İşlerim nedeni ile İstanbul'a on günlük bir seyahate çıkmak zorunda kaldım. Geldiğim de, güvercini aradı gözlerim...
Bir gün, beş gün, güvercin gelmiyordu. Onu, bakışlarından tanıyordum. Diğer güvercinlerden farklı, sevgi dolu bir insan gibi, bakıyordu o...
Geleli, neredeyse bir ay olmuştu. Güvercini, o kadar merak ediyordum ki, garip bir bağ kurulmuştu; ben bile farkında olmadan, aramızda... O kafeste değildi. Onun kafesi, sadece sevgiydi!
Bu şehirde, yalnızlığımı ilk paylaşan, sevgiyle ve güvenle bakan, ilk o olmuştu belki de bana...
Aklımdan çıkmıyordu. ''Öldü mü acaba?'' diye, biraz da korkarak, merak ediyordum.
Gece gündüz aklımdaydı. Bir gün, merakımı hissetmişçesine çıkıp geldi. Öylece bana bakıyordu. Ben de ona...
Yanımıza gelen oğlum ''Anne, bu güvercin seni çok seviyor'' dedi.
''Biliyorum'' diye geçirdim içimden ve mutlu bir gülümsemeyle oğluma baktım.
''Adını ne koydun?'' diye sordu oğlum;
''Barış!'' dedim önce, ama sonra ''Ya ölürse ve ben öldüğünü görürsem'' diye düşündüm ve vazgeçtim.
Sanki o öldüğün de; yeryüzündeki tüm Barış ölecekmiş gibi, bir korku sardı içimi ve birden ''Kanka'' diye yüksek sesle bağırdım.
''O benim kankam. Onun adı: Kanka!''