ÇİL HOROZ - Öykü / Sebahat Mayda Yavuz




Lüleburgaz'ın köylerinden birinde, büyük bir çiftlikte; babam bağ-bahçe işlerini, annem de koca çiftliğin yemeklerini yapardı.



Ben, daha altı yaşındaydım. Kardeşim Ayla üç yaşında… Çiftlikteki bağ-bahçe kardeşimle benim oyun alanım gibiydi! Kocaman bir parktı sanki...

Tabii, park nasıl bir şeydi o zaman bunu bilmiyordum bile...



Ne zamanki babamın çok sık atan kafasının tası bir gün yine attı… Yatağı, yorganı, tencereyi-tavayı çuvallara doldurup, büyük şehre göçüp; küçücük bir oda ve daracık bir sokakta oyun oynamak zorunda kaldık, işte o zaman çiftliğin bağ ve bahçesinin aslında bizim olmadığının, oraların oyun alanı olmadığının, hem kardeşim, hem ben farkına vardık.



Hem de ne varış!



Neler olduğunu bile anlayamıyordum. Çiftlikte ne açlık çekmiş ne de aslında yoksul olduğumuzun farkına varmıştım.



Çiftlikte ne istesem hemen pişiren annem, bu şehre geldik-geleli ne istesem ''yok!'' diyordu.

Altı yaşına kadar, canının her istediğini yiyebilen ve yemek yemeyi çok seven ben ''artık, annemin beni sevmediğini ve bu nedenle istediğim şeyleri pişirmediğini'' düşünmeye başlamıştım.



Babam, Ali Amcaya ''Bey!'' diye hitap ederdi ama ben onun ''Bu çiftliğin sahibi'' demek olduğunu bile anlamamıştım.



Bu şehre geldik geleli; çok kısa zamanda çok şeyi öğrenmiştim. Ali Bey'in babama ''Osman Efendi!''diye seslenmesini bile buraya gelene kadar hiç düşünmemiş hatta iki kelime arasında uçurum olabileceğinin farkına varmamıştım. Ne zamanki; Ali Bey, çok sevdiği üzüm asmasının kurumasına kızıp ''Bu asma neden kurudu Osman Efendi?'' diye babama çıkışırcasına sorana dek...



O gün babam söylene söylene çiftlikteki iki katlı binanın, alt katındaki evimize gelmiş ''Sanki ben kasten kuruttum. Topla eşyaları, gidiyoruz Kadriye!'' deyip, bizi azarlarcasına ''Çabuk elinizi yüzünüzü yıkayın. Anneniz sizi giydirsin'' dedikten üç saat sonra bizi bahçeden toparlayıp, yürüyerek Lüleburgaz garajına gelip, bindiğimiz otobüs ile İstanbul otogarına, oradan da Zeytinburnu'ndaki akrabalarımızın evine gelene kadar...



Geldiğimiz gün, bizi çok hoş karşılayan akrabalarımız, aradan bir hafta geçince ''İnsan eti ağırdır. Gel demek kolay, git demek zor!'' sözünü doğrularcasına, onlara yük olduğumuzu hissettirmeye başlamıştı bile...

Büyük şehirlerde yaşam zor! Her şey parayla... Çiftlik bahçesindeki asmadan koparıp-yediğim üzüm, dalından koparıp yediğim erik, kiraz, kayısıyı akrabalarım kese kâğıt içinde getiriyordu. Herkese taneyle düşüyordu zaten! Biz, çiftlikte buna ''tatmak'' derdik. Tadı damağımda kalıyor, hiçbir şeyi doya doya yiyemiyordum.



Babam, sabah çıkıyor, akşama kadar koca şehirde kendine uygun iş arıyordu.



Akrabalarımızın yanına gelişimizin onuncu günü, kapıdan yüzü gülerek giren babamın iş bulduğunu hemen anlamıştım.

''Kadriye müjde!'' dedi. O güne kadar rençberlikten başka bir iş yapmamış, başka hiçbir mesleği olmayan babam, İstanbul'a geldik geleli kara bulut gibiydi... İlk defa yüzü bugün gülüyordu.



''Boğaz'da bir yalıya bahçıvan olarak girdim. Hem kalabileceğimiz bir evde verecekler'' dedi.



Çabuk kızması ve alınganlığının dışında, aslında iyi insandı babam... Dürüsttü! Çalışırken işten kaytarmayı bilmez, canla-başla çalışırdı. Orada işçi olduğunu aklına bile getirmeden, oranın sahibiymiş gibi sahip çıkar, canı pahasına korurdu.

Belki de babamın bu dürüstlüğünün mükâfatıydı; babamın tam istediği gibi bir iş bulması...



On gündür, kendimizi sığıntı gibi hissettiğimiz, akrabalarımızın evindeki hiç açılmayan- eşyalarımızın çuvalları ile birlikte, ertesi gün daha gün ağarırken yola çıktık.



Bir otobüsten iniyor, bir minibüse biniyor, ondan inip tekrar başka bir otobüse biniyorduk. Topu topu dört çuval olan eşyalarımızı, ''yer kaplıyor, müşteri alamıyoruz'' diye almak istemeyen şoförler bizi azarlıyordu.

Minibüsün bagajına koyabilmiştik de, şehir içindeki otobüslerde galiba bagaj yoktu, otobüsün içine almak zorunda kalmıştık.

İlk bindiğimiz otobüsün şoförüne sesini çıkarmayan babam, minibüsten indikten sonra bindiğimiz ikinci otobüs şoförüne dayanamamış ve ''Al parasını kardeşim! Kaç kişilik yer tutuyorsa vereyim parasını...'' diye çıkışmıştı sonunda...

Babamın bu kadar sabredebilmesine bile şaşırmıştım zaten!



Nihayet, yalının olduğu semte geldik. ''Aman Allah'ım!''Burası kocaman bir çiftlikti sanki. Her yer yemyeşildi ve köyün gölünden çok daha büyük sonradan adının ''Deniz'' olduğunu öğrendiğim su vardı. Hayatımda ilk defa ''Deniz'' görüyordum.

İçimi garip bir mutluluk kapladı. Sanki çiftliğe geri dönmüştük ama burası çiftlikten bile güzeldi.



Bir daha hiç kopamayacağım bu semti, daha ayak basar-basmaz sevmiştim.

Burası, İstanbul'un incisi Boğaz'da bir ilçeydi: Sarıyer!



Babamın ve annemin iki elinde de çuvallar olduğu için kardeşimle benim elimi tutamıyorlardı. Babam ''Hüseyin! Ayla'nın elinden tut, sakın bırakma!'' diye tembihleyerek; babam Ayla'nın tarafına, annem de benim yanıma geçerek, bizi ortalarına aldılar.

Yanımızdan geçenler, biraz garip bakıyorlardı bize... Sanki bugün bayrammış ve hepsi ''bayramlıklarını giymiş'' gibiydi… Gelip geçenlerin bakışlarından biraz rahatsız oldum hatta utandım.



Nihayet, yalıya geldik. Kapıda babamı biri karşıladı ve ''biraz bekleyin, haber verip, geliyorum'' diyerek gitti. Beş dakika sonra yanında tonton bir teyze ile birlikte geldiler.



Türkçe konuşuyordu ama biraz başka söylüyordu sözcükleri... O konuştukça, hem anlamaya hem de kanımın; görür görmez ısındığı ve adının ''Toto'' olduğunu sonradan öğrendiğim; Toto teyzeme nasıl bakmışsam, o da bakışlarını bana çevirdi.

''Hoş geldin Beyzade'' dedi, gülümseyip, yanaklarımı iki elinin arasına alarak...



Yolda gelirken tuttuğu elimi hâlâ bırakmayan kardeşim Ayla hep bana bakıyor, neler olduğunu anlatmamı bekliyordu adeta...

Hafifçe ve sevgiyle kardeşimin elini sıktım ''Tehlike yok!'' demişim gibi, kardeşim Ayla'da tuttuğu elimi sıkarak ''Tamam! Anladım.'' dercesine karşılık verdi...



Toto teyze ''Buyurun! Yol yorgunusunuz, sizi daha fazla ayakta tutmayayım. Eşyalarınızı koyup, dinlenin biraz'' dedi ve o önden biz arkadan yürüdük.

Anahtarıyla kapıyı açtı ''Burası artık sizin. Evinize hoş geldiniz'' dedi ve gitti. Bir saat sonra elinde bir tepsi ve içerisinde üzeri kapalı yemek tabakları, içeceklerle geldi. ''Acıkmışsınızdır. Afiyet olsun!'' diyerek, tepsiyi kapıdan anneme verdi.



Ne kadar şanslı bir babam varmış... Böyle bir yerde, böyle iyi insan ile çalışacaktı. Çok sevmiştim Toto teyzeyi, çok...

Toto teyze evlenmiş ama hiç çocuğu olmamış. Birkaç yıl önce eşini de kaybedince bu yalıda yalnız kalmış...

Bizim onu sevdiğimiz gibi, o da hepimizi çok sevmişti. Çok kibar ve saygılı bir insandı.



Kardeşim Ayla, narin yapılı ve çok iştahsız bir çocuk olduğu için; çabuk hastalanır, hastalandığı zaman biraz geç iyileşirdi hep...



Sonbahar gelmiş, havalar iyice soğumaya başlamıştı. Ayla'nın mevsim değişikliklerinden dediğimiz öksürükleri bir türlü geçmek bilmiyordu.

Toto teyze, kendi çocuğu gibi Ayla ile ilgileniyor, ''Bu gece sen uyu, dinlen Kadriye hanım, bende kalsın Ayla bu gece'' diyerek bazı geceler yanına alıyordu.

Bir süre sonra Ayla'nın ateşi çok yükselmeye, titremeye ve vücudunda kırmızı benekler oluşmaya başladı. Bin dokuz yüz altmışlı yıllarda ne hastalıklar hakkında şimdiki kadar bilgi sahibiydik ne de şimdiki gibi çok hastane ve doktor vardı.



Toto teyze, Ayla'yı aldığı gibi hastaneye götürdü ama annem illâ ''bir hocaya gidip-okutalım'' diye tutturdu. ''Göze geldi yavrum, bir türlü kendine gelemiyor'' diyor, biraz da Toto teyzeden Ayla'yı kıskanıyordu. Toto teyze ne söylese; inandıramıyordu annemi!



Annem, sora sora bir hocanın adresini öğrenmiş. Sarıyer'de çok ünlü Kâzım adında bir hoca varmış. Ertesi günü gidip, kardeşimin durumunu hocaya anlatmış.

''Tamam! Anladım. Bir canlı horoz getir. Ben, onun ödünü okuyup, muskaya saracağım. O saat iyileşecek yavrucak...'' demiş.



Yalının arka bahçesinde beslediğimiz tavuk ve horozların bağrışmaları üzerine gittiğimiz de annemi; kümesteki en büyük, tüylerinde benekler olduğu için ''Çil horoz'' dediğimiz horozu yakalamaya çalışırken gördük.

''Kadriye, hayrola?'' dedi babam...

''Hocaya götüreceğim. Ayla'ya muska yapacak'' diye yanıt verdi annem...

Babam güldü. ''Horozdan mı muska yapacak?'' dedi.

''Hoca istedi. Hemen götüreceğim. Göze geldi bu çocuk!'' diye biraz öfkeyle yanıtladı annem! Çocuğu olmayan Toto teyzenin, kardeşimi nazar ettiğine inanıyordu aslında ama bir türlü de bunu söyleyemiyordu. Toto teyze Ayla'yı severken ters ters bakıyordu bazen...

Çil horozu babam yakaladı ve iki bacağını bir ip ile bağlayıp, anneme verdi.

Annem horozu aldığı gibi, yalının bahçe kapısından çıkıp-gitti.



Birkaç saat sonra yüzü gülerek geldi. Muskayı hemen Ayla'nın omzuna taktı. Sanki Ayla hemen iyileşmiş gibi mutluydu.



Toto teyze, hastane doktorunun verdiği ilâçları Ayla'ya içiriyor ve ona özel-besleyici, doktorun tavsiye ettiği yiyecekleri; kendi elleriyle pişirip-yediriyordu.

Bir süre sonra Ayla iyileşti.



Çarşamba günleri Sarıyer'in semt pazarı kuruluyordu. Babam ''Hüseyin! Birlikte pazara gideceğiz, sakın bir yere ayrılma! Tek başıma taşıyamıyorum, bana yardım edeceksin.'' dedi.

Yarım saat sonra, babamla birlikte pazar yolunu tuttuk. Yolumuzun üzerinde olan Kâzım hoca'nın evinin yanından geçerken, hocanın evinin bahçesinden ''Üüüüüüürüüüüü!'' diye uzun bir horoz ötüşüyle, ikimiz birden durduk ve bahçeye baktık.

Babam, bastı kahkahayı; ''Hüseyin! Muska olmamış. Bu bizim Çil horoz!'' dedi.