30 Mayıs 2012 Çarşamba

BAYRAMLIK AYAKKABILAR! - Öykü / Sebahat Mayda YAVUZ


İki katlı L şeklinde, iki ayrı apartmanın tek bahçesi vardı. Alt katlarında kiracılar, üst katlarında ev sahibi ve evli olan oğlu oturuyordu.


Defalarca yıkılmış ama ev sahibinin inşaat ustası olması belki de onu yıldırmamış ve o defalarca zabıtanın yıktırdığı, gecekondu-apartmanını yine yapmıştı.

İşte o apartmanın, alt katlarındaki dairelerin kiracılarıydık biz...



Lâtife ve Necip ''dünyada böyle iyi insan var mı?'' dedirtecek kadar iyi insanlardı. ''Komşulardan birine bir şey mi lâzım oldu?'' Lâtife kapı kapı gezer-sorar, o komşunun ihtiyacı olan şeyi bulur ve ona verirdi.



''İyilik yap denize at, mahlûk bilmezse Halik bilir'' derler.

Dünyada belki çok az bulunacak kadar iyi olan bu insanların, neden bu kadar yoksulluk çektiğini bir türlü anlayamıyordum. Rahat etmeyi hiç de o kadar hak etmeyen kötü insanlar, bolluk içinde rahat bir hayat sürüyorlardı. Oysa bu iyi insanlar yoksulluk içindeydi.

Allah'ın adaletine bazen aklım ermiyordu!



Ekonomik rahatlık içinde olsalardı; bu kadar iyi insan olarak kalmayı başaramazlar, bu kadar iyi olmazlar mıydı acaba? Öyle ya; Yüce Allah'ın bir bildiği vardı elbette... Yoksa iyilik yapıp, denize attıkları iyiliklerin onlara çoktan dönmesi gerekiyordu!



Onlara bakarak, zengin sayılacak kadar iyiydi maddî durumumuz ve ben onların durumunu gördükçe bundan utanıyordum çünkü rahat yaşamayı bizden daha çok hak eden insanlardı...



Yaşlı ev sahiplerimizin oturduğu katın alt katındaydılar. Zaten, bir küçük hol ve iki küçük odadan oluşuyordu ev sahibimizin ikinci kattaki dairesi de ama alt katta; Lâtifelerin oturduğu yerin bir odasını kömürlük yapmışlardı.





Lâtife, bir oda ve hem mutfak, hem banyo, hem de yatılı misafir geldiğin de yatak odası olarak kullandıkları küçük holü olan bu yerde oturuyordu. Daire demek bile yanlıştı aslında buraya… Eşi, iki çocuğu ve hiç eksik olmayan yatılı misafirleri...

Belki de kömürlük olarak yapılmış ama sonradan oturulacak hale getirilerek kiraya verilmiş bu evin, sokağa bakan penceresi, neredeyse sokağın yüksekliğiyle eşitti. Bir de bahçeye bakan bir penceresi vardı.

Her yağmur sonrası ahşap çerçeveleri su çeker, bazen yağmur suları içeriye sızardı. Sokağa bakan bu pencerenin olduğu duvarın rutubeti hiç eksik olmazdı zaten... Bu nedenle yaz-kış, yatıncaya kadar Lâtife'nin evinin pencerelerinden biri hep açıktı ama bu evin pencerelerinde öyle güzel çiçekler açan, çiçek saksıları vardı ki görünce ''bu evin içinde oturan insanların yürekleri bunlar'' diye düşünürdüm hep...



''Hazine viranelerde gizlidir'' sözünü doğrularcasına, bu insanlar; insanlık hazinesiydiler adeta...



Zamanla, insanlar birbirlerine mi benzerdi, bilemiyorum ama bu evin insanları; Lâtife, eşi, çocukları hepsi de iyiydi!



Bazen, Lâtife'nin hiç eksik olmayan misafirleri yatılı değil, o gün veya gece için oturmaya gelirdi. Lâtife'nin bizim camı tıklayarak ''Şeyma, kolonyam sizde kalmış, onu verir misin?'' diye, arkası misafirlere, yüzü bana dönük, gülüşünü hiç unutmam! Aslında, Lâtife'nin kolonya şişesi değildi bizde kalan ama misafirlerine karşı mahcup olmamak, eşinin prestijini korumak için, ödünç isteyeceği kolonya şişesini, misafirlere fark ettirmeden bana göz kırparak hep böyle isterdi. Bazen de kendisine borç istemeye gelen akraba veya tanıdık birinin ihtiyacını karşılamak, onu kapıdan eli boş geri çevirmemek için bize gelir, eşime ''Haydar kardeş, bana borç verebilir misin?'' derdi. Aslında kendi için istemiyordu o borç parayı! Eşim verip, Lâtife eve gider-gitmez, gelen misafirinin bahçe kapısından dışarı çıkmasından anlıyordum onun için borç aldığını...

Defalarca, başkası için aldığı borç para, kendisine geri ödenmediği için, zaten az olan gelirinden ayırarak, onların borcunu, bize kendisi ödemişti.

İşte bunun için; beynimde sık sık Yüce Allah'ın adalet anlayışını sorgulamışımdır.



Bu kadar iyi, bu kadar fedakâr bu insanlar, bu kadar yoksulluğu hak etmiyordu!

Lâtife'nin iki oğlu vardı. Büyük oğlu ilkokul "1.sınıfa giderken, ikinci oğlu dünyaya gelmişti. Su gibi geçiyordu zaman... Elimize doğan ikinci oğlu da üç yaşına gelmişti bile...



Sanırım, Kurban bayramıydı.





Lâtifeler de ekmek davası için İstanbul'a gelmiş, milyonlarca aileden biriydi. Doğup büyüdükleri köy çok uzak olmadığı için, genellikle dini bayramlarda köye giderler; anne-babalarına yol gözettirmezlerdi.

Her bayram gittikleri için bu bayram gitmeyeceklerini aklıma bile getirmeden ''bayram için ne zaman gideceksiniz?'' diye sormuştum. Çünkü bayram epey yaklaşmıştı. Biletlerini önceden ayırtır veya alırlardı. ''Bayram arifesi veya bayram gününe kaldığın da bilet bulmak mümkün olmuyor'' diye...



''Ne zaman gideceksiniz?'' sorum üzerine Lâtife'nin gözleri adeta yüzüme kilitlendi.

''Hayırdır!'' dedim, buğulanan gözlerine bakarak...

''Kâmil'in ayağında ayakkabı bile yok!'' dedi. Kâmil, Lâtife'nin küçük çocuğuydu. Lâtife'nin bu sözleri üzerine, kucağında duran küçük oğlunun ayaklarına gitti gözlerim...

Teki sağlam; kalan iki çift ayakkabının, sağlam olanlarını giydirerek; bir çift sağlam ayakkabı yapmıştı Lâtife… Ayakkabıların biri başka diğeri başka renkti. Buz kesildim.

Bu kadarını hak etmiyordu bu insanlar!

Kim bilir kaç defa, kendim için etmediğim isyanı bu insanlar için etmiştim.

Lâtife'ye söyleyecek bir söz bulamıyordum adeta, zar-zor ''olsun, bir dahaki bayrama gidersiniz'' diyebildim.



Şehir içindeki büyük mezarlıktan; kuruyup-kırılan ağaç dallarını, sobada yakmak için toplayarak, her gece; sıralanarak dizilip demet yapılmış ince uzun ağaç dallarını iki yanından ip ile bağlayarak, sırtında küfe varmış gibi, sonra omuzlarına geçirip getiren Necip, bu gece daha erken ve boş gelmişti. Belli ki eşine karşı bir mahcubiyet içindeydi. Çok ama çok onu hiç görmediğim kadar üzgündü çünkü... Yanımdan geçerken ''iyi akşamlar yenge!'' dedi ve başı öne eğik, evine girdi.



Çocuğuna bir çift ayakkabı alamamak hem de bulduğu her işi yapan, bu kadar çalışkan bir insan için nasıl bir duygu olabilirdi?



Tahmin etmek hiç de zor değildi.



O gece içimden konuşmak bile gelmiyordu. Beni böyle görmeye pek alışık olmayan eşim ''Neyin var senin?'' dedi, gözlerimin içine bakarak...

''Yok, bir şey!'' dedim ama gözlerim dolmuştu. Mutfağa doğru gittiğimde, eşim de arkamdan geldi. Mutfakta tekrar ''Neyin var? Senin canın bir şeylere sıkılmış!'' dedi. Dolu yağmur bulutu gibi olan gözlerimden sicim gibi yaşlar boşandı. ''Kâmil!'' diyebildim. Boğazımı bir şey tıkamışçasına boğuluyor, konuşamıyordum. Eşim, hiç konuşmadan toparlanmamı sabırla bekledi. Sorusuna alamadığı cevabı, gözleriyle soruyordu. Biraz toparlandıktan sonra devam ettim.



''Kâmil'in ayakkabısı yok!'' dedim.

''Bunun için mi üzüldün?'' dedi eşim. Bu kez ''Ya ne yapmalıydım?'' dercesine soran gözlerle, ben onun gözlerinin ta içine baktım.



Gelen bayram değil, acı gündü sanki... Tüm bahçe adeta kararmıştı bana... Aydınlık bile insanın yüreğinde demek ki?



Güler yüzlü, iyilik perisi Lâtife'nin bu kadar üzgün ve çaresiz olması, tüm binayı karartmıştı...



Gözümü bile kırpmadan, sabaha çıktık. O şen-şakrak bahçemizden, gönüllerimizde açan çiçeklerin yansıması gibi, her yanı çiçeklerle dolu bahçemizden eser kalmamıştı sanki... Çiçekler bile güzel gelmiyordu bugün bana!



Lâtife'yi görünce utanacakmışım gibi, o gün adeta Lâtife'den kaçtım. Lâtife de, ben de; evlerimizin içine hapsettik kendimizi o gün...



Akşam 18.30 gibi, eşim elinde bir poşetle işten eve geldi.

''Hoş geldin!'' dememi bile beklemeden;

''Al, bakalım beğenecek misin?'' dedi.

Oysa ben ondan hiçbir şey istememiştim. Elinden poşeti aldım, birlikte salona doğru yürüdük. Salona girince duyulur duyulmaz bir sesle ''Hoş geldin!'' dedim.

Eşim, benim açmamı beklemeden, elimdeki poşeti tekrar aldı ve içinden bir kutu çıkardı. Kurdele şekline getirilmiş ipi çözüp, kutuyu açtı.

Bir çift, lâcivert çocuk ayakkabısı...

''Bunlar Kâmil'e, Haydar amcasının bayram hediyesi'' dedi.



Lâtife'nin benim yüzüme kilitlenen gözleri gibi, bu kez benim gözlerim eşimin yüzüne kilitlenmişti. Tepki bile veremeden usulca ''Sağ ol!'' diyebildim. Fakat ''bunları Lâtife'yi incitmeden nasıl verecektim?'' sorusu mıhlandı aklıma, eşime ''sağ ol'' derken daha...



Eşim sanki imdadıma yetişircesine;

''Kâmil'i alıp-gelsene, özledim onu, sevelim biraz... O benim adamım...'' dedi.

Onunla oyun oynarken, bir yerine bir şey olacak diye benim ödüm kopardı hep... Haşin oyunlar oynardılar ama Kâmil halinden memnun, ben canı yanacak diye ''aman yavaş, aman dikkat et!'' diye eşime tembih ededurayım, Kâmil kahkahalara boğuluyordu bu haşin oyunları eşimle oynarken...



''Tamam! Evdeler ise hemen alıp gelirim ...'' dedim ve kapıdan fırladım.

Lâtifelerin kapıya nasıl geldiğimi; yürüdüm mü, koştum mu inanın ben de bilmiyorum. Kendimi kapıda buldum.

Kapıyı tıklar-tıklamaz Lâtife kapıyı açtı. Gözleri kızarmıştı. Belli ki çok ağlamış.

''Buyur Şeyma! Gelsene... Gir, içeri gir!'' diye her zaman ki misafirperverliğiyle beni davet etti.

''Girmeyeceğim Lâtife... Haydar, Kâmil'i çok özlemiş, müsaade edersen biraz bize götüreyim'' dedim.

Kâmil, zaten bacaklarımda sarılıydı. Lâtife gülümsedi; ''O zaten hazır bile baksana Şeyma teyzesi'' dedi.



Kâmil'i kucakladığım gibi eve getirdim. Eşimi görür görmez iki kolunu birden açarak ona doğru koşup sarıldı.

''Adamım! Adamım benim!'' diyerek Kâmil'e sarılan eşim, onu defalarca öptü ve el-ense çekerek haşin oyunlarını oynamaya başladılar.



Bir-iki saat sonra Kâmil'e lâcivert ayakkabılarını giydirdim ve evine götürdüm.



Sabah olduğun da Lâtife'nin her yeri aydınlatan o eski kahkahalarıyla uyandım.

Ev sahibinin gelinine bir şeyler anlatıyor ama gülmekten kesik kesik çıkan sözlerini anlayamıyordum. Hemen giyinip, bahçeye onların yanına çıktım.



Beni görür görmez bastı kahkahayı ''Çıkarttıramadım!'' diyor kahkahalarla gülüyordu.

''Çıkarttıramadım. Kâmil, ayakkabılarla uyudu bu gece!''